I. Dünya Savaşı’nda Kafkas (Doğu) Cephesi Uluslararası Sempozyumu


I. Dünya Savaşı’nda Kafkas (Doğu) Cephesi Uluslararası Sempozyumu

24 Haziran 2023

I. DÜNYA SAVAŞI’NDA KAFKAS (DOĞU) CEPHESİ ULUSLARARASI SEMPOZYUMU

25-27 EYLÜL 2014 / ERZURUM

İçinde bulunduğumuz yılın I.Dünya Savaşı’nın başlangıcının 100. Yılı olması nedeniyle Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Erzurum Valiliği ve Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü işbirliğinde 25-27 Eylül 2014 tarihlerinde Erzurum’da I.Dünya Savaşı’nda Kafkas (Doğu) Cephesi Uluslararası Sempozyumu düzenlendi. Açılış töreninde Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan, Atatürk Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Hikmet Koçak, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Tarih Enstitüsü Başkanı Sayın Yakup Mahmudov ve Erzurum Valisi Sayın Dr. Ahmet Altıparmak birer konuşma yaptı.

Aşağıda Merkezimiz Başkanı  Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan’ın  konuşması yer almaktadır:

Sayın Valim, Sayın Rektörüm, Azerbaycan Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü Sayın Başkanı, değerli meslektaşlarım, saygıdeğer konuklar, muhterem hanımefendiler, beyefendiler, basınımızın değerli mensupları, sevgili öğrenciler…

I. Dünya Savaşı’nın 100. Yılı… Dünyayı kasıp kavuran milyonlarca insanın ölümüne sebep olan; milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden bir savaş. XX. yüzyılın en büyük felaketlerinden biri.

Emperyal güçlerin hesaplaştığı; zengin İslam coğrafyasının paylaşımına zemin hazırlayan bir savaş.

Osmanlı Devleti’nin sonunu getiren bu savaşın 100. yılında Kafkas Cephesi Sempozyumu münasebetiyle burada bulunuyoruz.

Sempozyumun amacı doğrultusunda başarılı geçmesini diliyorum. Sizleri sevgi ve saygı ile selamlıyorum.

Hoş geldiniz.

İlmî toplantıların amacı elbette tertip edildiği konu veya alan ile ilgili yeni bilgiler üretmek; bilinen bilgilerde, varsa yanlışları düzeltmek; yeni belgeler, bulgular ışığında mevcut bilgileri genişletmek; problemlerin çözümüne katkı sunmaktır.

 Umuyorum ve diliyorum ki bu çerçevede katılımcı meslektaşlarımız birikimleriyle, perspektifleriyle bu sempozyumun amacına ulaşması için büyük katkı sağlayacaklardır.

Değerli konuklar;

I. Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti için sonu belli olan bir savaştır. Savaş öncesinde Osmanlı Devleti; asker veya diplomat değil, bir sivil aydının da kolayca karar vereceği üzere kendisine saldırılmadıkça eline silah almaması gereken bir durumdadır. Sebepleri çok açıktır:

Birincisi; devletin askeri zafiyetidir. Fazla geriye gitmeye gerek yok; Tarihimizde bir dönüm noktası olan Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan yani 1774’ten 1914’e kadar geçen 140 yıllık zaman dilimi, Osmanlı Devleti için bir mağlubiyetler tarihidir.

Kırım Savaşı ile 1897 Yunan Savaşı, bu bir buçuk asırlık tarihin iki istisnasıdır.

Kırım Savaşı Avrupalı devletlerin menfaatleri gereği, Rusya’ya karşı müdahil oldukları, yani bir koalisyonun ortak savaşıdır ve elde edilen zaferin etkisi, Osmanlı Devleti için ancak on beş yıl sürmüştür.

Yunan Savaşı ise meydanda kazanılmış, masada kaybedilmiş bir savaştır.

İkinci sebep askeri donanım ile ilgilidir; silah ve mühimmat ile askerî teçhizat bakımından Osmanlı Devleti dışa bağımlıdır. Silahınızı üretemiyorsanız dışarıdan temin etmek zorundasınız.

Dışa bağımlı ülke, her zaman ve şartta üreten ülkelerin gerisindedir.

XIX. yüzyılın ilk yarısında II. Mahmud devrinde, Asâkir-i Mansûre’nin yani yeni Osmanlı ordusunun silah ihtiyacı İngiltere, Fransa, Avusturya ve Belçika’dan temin edilmişti.

Abdülaziz devrinde ise Amerika’dan büyük miktarda, büyük paralarla, değişik çap ve markada silah alınacaktır.

Amerikan iç savaşı (1860-1865) sırasında üretilen silahlar için, savaş sonrası Osmanlı Devleti önemli bir pazardır.

Tarihe 93 Harbi olarak geçen ve Erzurum’un, Erzurumluların acılarını, sıkıntılarını, şiddetin had safhasında tattığı 1877-1878 savaşında Osmanlı ordusu bu silahları kullanacaktır.

Savaş sırasında cephane ihtiyacı Tophane’den, Tophane-i Âmire’den karşılanmaya çalışılmış; üretilen mermiler Amerikan silahlarını kullanılamaz hale getirmiştir.

Berlin Kongresi’nden sonra Osmanlı-Alman ilişkileri başlayınca Osmanlı ordusu Alman silahları ile donatılacak ve I.Dünya Savaşı’nda bu silahlarla savaşılacaktır.

Üçüncüsü ekonomik sebeptir: Osmanlı ekonomisi savaşı kaldıracak güçte değildir, kaynakları kısıtlıdır.

Yakın geçmişinde, 1911’de Trablusgarb ve 1912’de Balkan Savaşı kaybedilmiştir. Kuzey Afrika’daki son topraklar, Ege adaları terk edilmiştir.

Balkan Savaşı bir faciadır. Gelibolu Yarımadası hariç, bütün Trakya, Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti Edirne dâhil Balkan coğrafyası elden çıkmış; bu coğrafyadan milyonlarca insan İstanbul’a sığınmıştır. İaşeleri, ibateleri devlete; devletin zayıf ekonomisine yeni yük, yeni sıkıntılar, beraberinde sosyal problemler getirmiştir.

Bulgarlar, Çatalca’ya kadar gelerek İstanbul kapılarına dayanmışlardır.

Muhtemelen, bizi ilgilendiren I. Balkan Savaşı sonrasında pastanın paylaşımı sırasında; Romenler, Sırplar ve Yunanlılar, Bulgaristan’a savaş açmasalardı, I. Dünya Savaşı’na girdiğimizde Edirne, Bulgar işgalinde olacaktı.

Dördüncüsü; subay kadrosu günlük politika girdabı içindedir. Bunlar, II. Abdülhamid devrinde öğrenim görmüş subaylardı. Harp okulunda, akademide “hürriyet, meşrutiyet” gibi fikirlerle, bu fikirlerin neye tekabül ettiğini bilmeden; toplumumuzda karşılığının olup olmadığının farkında olmadan, Abdülhamid yönetimine karşı yetiştirilmişlerdi.

Dönemin hatırat kitaplarında bu subaylardan, “istibdada karşı bilenerek” yetiştirildiklerinden övünçle bahsedilir.

Fakat asıl görevlerinin vatan savunması olduğu, bu görev için her türlü hazırlığı yapmakla sorumlu oldukları göz ardı edilir, unutulur.

“İstibdad rejimine” yani Abdülhamid dönemine son vermek hususunda bu subay kadrosu başarılı olmuştur. Ne yazık ki bu başarı; Trablusgarp’ta, Balkan Savaşı’nda Osmanlı toplumuna ağır bir bedel ödetecek, Asdülhamid istibdadı yerine kanlı bir istibdad rejimini ikame ettirecektir.

Politikadan askerlik sanatını öğrenmeye fırsatı olmayan bu subay kadrosu, 1913’ten itibaren Alman subayların yönetiminde askerliği öğrenmeye çalışmak zorunda kaldılar.

Terfiler; liyakat ve ehliyete, rütbe bekleme süresine riayet edilmeden dağıtıldı. Tecrübeli subaylar, orduyu gençleştirmek adına, kadro dışı bırakıldı.

I. Dünya Savaşı boyunca ülkenin kaderini elinde tutacak olan Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye’de, Akademi’de sınıf arkadaşıdır. Yani 1881 doğumludur. 15 Aralık 1913 tarihinde albay, on dokuz gün sonra yani 3 Ocak 1914’te tuğgeneral ve 4 Ocak’ta henüz 33 yaşında iken Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili oldu.

Askerî kariyerde izahı olmayan bu hızlı ve âni yükselişin önüne geçecek, engel olacak bir merci, bir makam da yoktu. Zira Osmanlı tahtında Mehmed Reşad oturmaktaydı. 1909’da ağabeyi II. Abdülhamid’in yerine geçmişti. Savaş başladığında yetmiş yaşında, ileri derecede şeker hastası ve sâbık hükümdârın siyasî yeteneklerinden mahrumdu.

Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçıların, kendisini de bir gün indirebilecekleri korkusu içinde ve sadece önüne konulan evrakı imzalamanın ötesinde bir etkinliği bulunmuyordu.

Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın çok genç yaşta geldiği bu makamı dolduracak vasıflara, tecrübeye sahip olduğu söylenmez. Biyografilerinde, dönemin görgü tanıklarının hatıralarında genç paşanın; vatanperverliği, cesareti, gayreti, dürüstlüğü öne çıkar. Mutlaka doğrudur. Devlet adamlarında cesaret, gayret ve hamiyet duygularının coşkun olması; vatan ve millet sevgisinin aşkın olması elbette beklenir, gereklidir.

Dürüstlük, erdem sahibi olma; vatan ve milletin menfaatini her şeyin üstünde tutma gibi meziyetler; bir devlet adamında, sorumluluk taşıyan makamlarda bulunanlarda bulunması elzem olan hususiyetlerdendir.

Ancak bu meziyetlerin devlet yönetiminde destekleyici hasletlerle tahkim edilmesi gereklidir: İleriyi görebilme, hesabı-kitabı iyi yapabilme, atılacak adımın hedefe ulaşıp ulaşamayacağını sezebilme ve her şeyden önce adımın getirisi-götürüsünün ne olacağını kestirebilme yeteneği sorumluluk sahiplerinde bulunmalıdır. Aksi halde sonu hüsrandır, hezimet kaçınılmazdır.

Sayın Valim, Sayın Rektörüm, değerli konuklar;

I. Dünya Savaşı başladığında Osmanlı Devleti iki buçuk milyon (2.410.000) km2’lik bir coğrafyaya hükmediyordu. Coğrafyanın büyüklüğü Fransa, İtalya ve Almanya’nın sahip olduğu topraklara denkti. Bu büyüklük, savaşta savunulacak sınırların uzunluğu, çarpışılacak cephelerin çokluğu demekti.

30 Ekim 1918’de Mondros imzalandığında muazzam topraklar elden çıkmış oldu. Mütarekelerin, antlaşmaların şartlarını gâlipler belirler. Şartlara itiraz hakkınız kısıtlıdır. Osmanlı Devleti için de böyle oldu.

Devleti savaşa sürükleyerek “mahvına sebep olanlar, memleketin başına getirdikleri felâketin, paylarına düşecek olanı kabul cesaretini gösteremediler.”

Mütarekeden iki gün sonra ülkeyi terk ettiler.

Mondros’a yani Osmanlı Devleti’nin yenilgisini ilan ve tescil edecek olan ateşkesin imzalanmasına dört ay kala Osmanlı tahtında bir değişiklik oldu.

3 Temmuz 1918 akşamı Mehmed Reşad’ın ölümü üzerine 4 Temmuz’da Mehmed Vahdettin tahta çıktı. Aslında gerçek anlamda bir tahttan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü devlet her yönüyle iflas etmiştir, çökmüştür.

Ama saltanatın vârisidir; sadece hukukî anlamda da olsa tahta çıkacak olan odur.

XX. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle hinterlandında oluşturulan siyasî coğrafyada; yüz yıl sonra, bugün yine savaş vardır, kargaşa vardır; kan, gözyaşı ve ızdırap vardır.

Savaşların sonucunu belirleyen güç olduğu gibi, barışın ve huzurun teminatı da güçtür, kuvvettir.

Teknolojik gelişmelere öncülük ediyorsanız bilgiyi üretensiniz. Dolayısıyla gücü elinizde bulundurursunuz.

Kuvvet ve kudret; vatanın ve milletin geleceği için gereklidir. Kuvvet ve kudret, âkil ve âdil devlet adamları elinde aynı zamanda barışın ve huzurun teminatıdır.

Bundan 222 yıl önce başlatılan yeniden yapılanma, devlete güç kazandırma çabalarından, yani Nizam-ı Cedit’ten bugüne tarihimizin muhasebesini yapmak gerekir.

XXI. yüzyılın ilk çeyreğini yarıladığımız şu günlerde hâlâ malımız, alın terimizin ürünü bir “motor”un niçin olmadığını tartışmaktayız.

Millet olarak yerli helikopterimizi üretme çabası içindeyiz.

Modern zamanların istihbaratı için vazgeçilmez insansız hava araçlarını daha düne kadar başka ülkelerden temin etmekteydik.

Yakın gelecekte uçağımızı üretebileceğimiz umutları yeşermiş bulunmaktadır. Tamamen yerli üretim olan piyade tüfeğimiz envanterimize yeni girmiştir.

Elbette bütün bunlara, günümüz dünyasında, stratejik derinliği, jeopolitik önemi büyük olan ülkemizin fevkalade boyutta ihtiyacı vardır.

Tarih, sadece geçmişte meydana gelen olayları nakletmekle kalmamalıdır; aynı zamanda bu olayların günü, geleceği nasıl etkilediğini /etkileyeceğini de tartışmalıdır. Bu bakımdan tarihçilerin sorumluluğu büyüktür.

Umarım sempozyum, bu bağlamda, bu muhasebeye katkı sağlayacaktır.

Sizleri sevgi ve saygı ile selamlıyorum. Tekrar hoş geldiniz diyorum.

Prof.Dr.Yakup MAHMUDOV’un Sempozyuma İlişkin Mesajı

SEMPOZYUM PROGRAMI

SEMPOZYUM AFİŞİ